HZİ Dosyası #1 - Kobaylık sırası bizde mi? (Nokta dergisi 3 Mart 1985)


 

Bu yazı Nokta dergisinin 3 Mart 1985 tarihli sayısında Semra Somersan ve Güldal Kızıldemir imzasıyla yayınlanmıştır. Metne hiç dokunulmamıştır.

ABD ve Avrupa'da piyasaya sürülmemiş ilaçlar Türkiye'de insanlar üzerinde denendi.

“MK ULTRA ”...Bu 1953'ten 1964'e kadar Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA'nın finanse edip psikiyatrların yürüttüğü 130'u aşkın araştırmanın şifre ismi.

Proje, ABD ve Kanada'da, hastane, hapishane ve üniversitelerde insan denekler kullanılarak gerçekleştirilmişti. 23 Aralık 1984 Pazar günü ABD'nin en büyük televizyon şirketi CBS'nin "60 Minutes" (60 Dakika) isimli belgesel programında bu deneylerin Kanada'da yapılan ve “68 Numara” şifresiyle geçen yan projesi konu ediliyordu. Projede, McGill Üniversitesi'nde, tedavi amacıyla Dr. Cameron'a başvuran hastalar haberleri olmaksızın bir dizi ürkünç deneyde kullanılmışlardı.

Deneklere iradeleri dışında yüksek dozda ilaç verilerek 60 güne kadar uzayan uyku tedavileri yapılmış ve bu arada sürekli teyple aynı mesajlar dinlettirilmişti. Aşırı dozlarda elektroşok verilmiş, ayrıca LSD ve diğer ilaçlar şırınga edilmişti.

Olaydan 20 yıl sonra, CBS'nin araştırmacı gazetecilerinin ortaya çıkarttıkları gerçek dehşet vericiydi. Deneklerin büyük bölümü beyinlerinde kalıcı hasar görmüş, geri kalanları da depresyon, korku, hafıza kaybı ve ruhi dengesizlik gibi ömür boyu üzerlerinden atamayacakları zararlara uğramışlardı.

CBS'nin programında, deneylerden nispeten şanslı olarak çıkan birkaçı şikâyetlerini şahsen dile getiriyorlardı. Ve içlerinden savaşma gücü kalan sekizi de Amerikan hükümetine karşı dava açarak milyonlarca dolarlık tazminat istiyorlardı. CIA bu deneylerin yapıldığını inkâr etmedi. Ancak, örgüt yetkililerinden hiçbiri televizyon programına çıkmayı kabul etmedi.

Aşağıda Türkiye'de yapılan ilaç araştırmalarına ilişkin okuyacağınız yazıdaki deneklerin şimdi ne durumda olduğu ve bu araştırmaların hangi mercilerce finanse edildiğini belgelemek mümkün olmadı. Bu tür araştırmaların Türkiye'de yalnızca yazıda adı geçen kişilerce değil, çeşitli kuruluşlar tarafından da yapıldığı iddialarına ilgililerin dikkatini çekiyoruz.

* * *

Öğleden sonra salonun boşalmaya başladığı geç bir saatti. Araştırma bildirisini sunacak kişiler konferans salonuna ekip halinde, görkemli bir giriş yaptılar. İçlerinden genç, alımlı bir psikolog elindeki uzun metinden Prof. Dr. Turan İtil ve arkadaşlarının yaptığı araştırmayı okumaya başladı. Konu Türkiye’de deneme aşamasındaki ilaçlarla yapılan çalışmalardı. Psikolog bayan, ilacın uyku halinde olan denekler üzerindeki etkilerinden söz eden paragrafa gelince salondan yükselen uğultular üzerine birdenbire sustu, kâğıtları karıştırdı, beş-altı sayfa atlayarak bambaşka bir konuya geçti. Bildiriyi can kulağıyla dinleyen doktorlar bir an şaşkınlıkla birbirlerine baktılar, sonra dikkatlerini toplayarak çok ilgisiz bir yerden yeniden okunmaya başlanan araştırmanın sonunu anlamaya çalıştılar ve atlanan sayfaların içeriğini öğrenebilmek için kongre kitabının basılmasını beklediler. Fakat her konferanstan sonra basılması âdet olan kitap hiçbir zaman basılmadı ve Türkiye’de o günden bu yana insan benekler üzerinde yapılan ilaç araştırmaları konusunda tebliğ sunulmadı.

Yıl 1979, yer Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ydi. Adı geçen ilaç araştırısının konusu Amerika Birleşik Devletleri’nde henüz piyasaya sürmemiş iki yeni ilacın beynin işleyişi üzerindeki etkileriydi. “Talsupram” ve “Citolapram” adlı bu iki yeni ilaç Türkiye’de sağlıklı gönüllüler üzerinde denenmişti. Deneylerde bilimin en üst düzey, en göz kamaştırıcı yöntemleri kullanılmıştı. “Çift Kör-Double Blind” yöntemiyle yapılan araştırmada, yöntemin gereği olarak ilacı veren kişi ile üzerinde deney yapılan sağlıklı gönüllü ilacın adı ve etkileriyle ilgili hiçbir bilgiye sahip değildiler. Belki de hiçbir zaman olamayacaklardı. Bu sır yalnızca araştırmanın en üst düzeyindeki uzmanların tekelinde kalacaktı. Deneme aşamasındaki ilaçları alan deneklerin dışında, “kontrol grubu” olarak anılan bir başka grup oluşturulmuştu. Kontrol grubundaki kişiler söz konusu ilaçlar yerine, plasebo denilip ilaca benzeyen, ancak iyi ya da kötü hiçbir etkisi olmayan bir başka “ilaç” almışlardı. CEEG, yani Bilgisayarlı Elektroansefolagram (Beyin dalgalarını ölçen alet) araştırma bulgularının değerlendirmesini yapmış ve şu sonuca varmıştı: Citolapram merkezi sinir sisteminde değişiklikler yapmaktaydı ve depresyona karşı etkili bir ilaç olarak kullanılabilecekti, ikinci ilaç Talsupram’ın etkilerinden ise bildiride her nedense hiçbir şekilde bahsedilmiyordu. Konferansı izleyen doktorlar bu eksikliği psikoza karşı kullanılabileceği söylenen ilacın çok daha ciddi yan etkilen olduğu şeklinde yorumladılar.

Söz konusu araştırma 18-21 Eylül 1979 tarihleri arasında yapılan 15. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi’nde “Necmettin Polvan Grubu’nun Bildirisi” olarak tanıtılıyordu. Kongrenin bu en ilginç ve en olaylı bildirisi Pskiyatr Prof. Dr. Turan İtil, Prof. Dr. Necmettin Polvan, Mahir Bozak, Dr. E. Ramadanoğlu, V. Morgan, G. Dayıcan, Dr. G. N. Menon, D. M. Shapiro tarafından hazırlanmıştı. On dakikalık süre tanınan tebliğ uzadıkça uzuyor, oturum başkanının müdahalesi üzerine Prof. İtil “konunun çok önemli olduğunu ve devam etmek istediklerini” söyleyerek yine deneme aşamasında ilaçlarla yapılan ikinci bildiriyi bizzat kendisi sunuyordu.

“İlaç” tartışması başlıyor. İtil grubunun bildirileri biter bitmez konferans salonu karışıyor ve yerine oturmaya fırsat bulamayan Prof. İtil ile meraklı doktorlar arasında şu konuşmalar geçiyordu:

Soru: Denediğiniz ilaçlar öğretim üyesi olarak çalıştığınız ABD’de piyasaya sürülmüş ilaçlar mı?

İtil: Hayır. Ancak hayvanlar üzerinde yapılan deneyler bu ilaçların zararlı olmadığına işaret ediyor.

Soru: Bu ilaçları nerede denediniz?

İtil: ABD’de yapılmadı bu çalışmalar. ABD dışındaki ülkelerde denendi.

Soru: Bu ülkeler arasında Türkiye de var mı?

İtil: Evet.

Soru: Peki ama araştırmalar neden Amerika’da yapılmadı?

Soru: Araştırmanızda gönüllü deneklerden söz ediliyor. Bu denekler neye göre seçildiler? Nasıl gönüllü olunuyor? Deneklerin rızası nasıl alınıyor?

Soru: Araştırma bulgularının HZİ’de değerlendirildiği belirtiliyor. HZÎ nasıl bir kuruluş?

Prof. İtil, HZİ’nin 1971’de kurulmuş, ağırlığı nöropsikiyatri olan bir sağlık merkezi olduğunu söylüyor, ancak öteki iki soruya açık cevap vermiyordu. Yalnızca yapılan araştırmaların insancıl olduğunu, bilimin gelişmesi için insanlar üzerinde de bu tür araştırmalar yapılması gerektiğini belirterek, tartışmayı kapatmaya çalışıyordu.

ABD’de işler karışınca... ABD'de 1974’ten bu yana insan denekler üzerinde yapılmak istenen araştırmalara konan yasal engeller giderek artmıştı. Bu yılda alınan bir kararla Amerikan Kongresi, biyoloji, tıp ve sosyal bilimlerde insan deneklerin korunması için özel bir komisyon kurmuştu. Komisyon, insan deneklerle yapılan deneylerde ahlaki sorunları araştırmak ve bu çalışmalarda araştırmayı denetleyici kurallar getirmekle görevlendirilmişti. ABD’in işadamlarına hitap eden önemli gazetesi The Wall Street Journal’ın 22 Ocak 1985 Salı günkü baskısında çıkan bir yazıda (İnsanlar Üzerinde Yapılan Tıp Deneylerinde Çelişen Standartlar- J, E. Bishop, M. Waldholz), bu konuda özellikle son on yıldır çıkarılan güçlükler gündeme getiriliyordu. Örneğin, Amerikan Hükümeti’nden araştırma için fon alan tıp kuruluşları, artık, insanlar üzerinde yaptıkları deneyler için bilim adamları ve halktan kişilerden oluşan bir kuruldan izin almak zorundaydılar. Ayrıca, eğer araştırma ilaç ya da tıp araçlarını içeriyorsa, Federal hükümete bağlı Gıda ve İlaç Teşkilatı’nın (FDA)’da özel onayı gerekiyordu. Tüm bunlar, araştırma sürecini çok uzattığı gibi, zaman zaman da tamamen engelleyebiliyordu.

Daha kolay ülkeler. Prof. İtil, Nokta’yla yaptığı konuşmada, ABD’de insanlar üzerinde yapılan ilaç deneylerinin The Wall Street Journal’da verilen haberin tam tersine giderek kolaylaştığını ileri sürmekteydi. “Demokratik Avrupa ülkelerinde ise insan tecrübeleri çok zor” diyordu Prof. İtil, “Buna karşılık Çekoslovakya’da, Polonya’da, Doğu Almanya’da, Sovyetler Birliği’nde birçok Amerikalı bilim adamı 1970’lerde insanlar üzerinde gayet rahat araştırmalar yaptı.” Peki, yurt dışında çok sayıda araştırma yapan bir bilim adamı olarak Prof. İtil’in Türkiye’de de bu tür araştırmalar yaptığı oluyor muydu? Prof. İtil, Nokta’nın bu sorusunu şöyle yanıtlıyordu: “Hayır, hiç olmuyor. Araştırma yapmaya imkân yok. Türkiye’de araştırmacılık hakkında, insan araştırmacılığı hakkında çok menfi bir yaklaşım var.”

Ne var ki belgeler, Prof. İtil’in bu sözlerini doğrulamıyordu. Prof, İtil ABD’de “The Psychopharmacology Bulletin’’ adlı dergide “Türkiye’de Yeni Psikotrop İlaçlarla Deneyler” adlı bir araştırma yayınlamıştı. Yazıda Avrupa ve Amerika’da piyasaya sürülmemiş ilaçlarla Türkiye’de insanlar üzerinde yapılan deneylerden söz edilmekteydi.

Orijinal metnin çerçevede görülen ilk sayfasında şöyle denilmekteydi:

“Beni ve arkadaşlarımı ABD dışında, özellikle Türkiye ve Almanya’da klinik ve EEG çalışmaları yapmaya teşvik eden iki neden var. .................. Eldeki bütün göstergeler ABD'de değişik ve dramatik tedavi etkisi olan psikotrop bileşikleri geliştirmenin hemen hemen imkânsız olduğunu gösteriyor. (Gıda ve İlaç Teşkilatının -FDA- yeni bir önerisine göre, ABD’de yeni ilaçların piyasaya sürütebilmesi için ABD dışındaki ülkelerde toplanan klinik bulgular güvenilirlik ve etkinlik açısından kabul edilmekte ve yeterli bulunmaktadır.)

Türk hükümetinin yeni psikotrop ilaçlarla deneylere ilişkin kaideleri ABD’den daha az katıdır. Bulgularımızın Gıda ve İlaç Teşkilatı tarafından kabul edilebilmesi için aşağıda anlatılan ilaç deneylerinde bu teşkilatın ABD için gerekli gördüğü süreçler aynen Türkiye’de uygulanmıştır. Bu süreçler arasında şunları sayabiliriz: 1- Projenin bir komite tarafından onayı, 2-Hastaların ve/veya sağlıklı gönüllülerin tanıklar huzurunda verilmiş imzalı rızası, 3- Araştırmaların tanınmış hekimler tarafından onaylanmış kuramlarda yapılması.” Yazının geri kalan kısmında da Türkiye’de denenen değişik Amerikan ve Avrupa ilaçlarıyla yapılan araştırmalardan söz ediliyor.

İnsanlık değil, insan için. Gerçekten de Prof. İtil’in belirttiği gibi Türk yasalarında deneysel ilaç araştırmaları için kesin engeller bulunmuyor. Fakat üzerinde araştırma yapılan hasta ya da denek zarar gördüğü zaman bu konuda tazminat ya da ceza davaları açılabiliyor. Ancak 13 Ocak 1960’da yapılan ve 19 Şubat 1960 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi buna ilişkin yaptırımlar getiriyor. (Bkz. çerçeve). Ayrıca İstanbul Hukuk Fakültesi’nden Doç. Dr. Köksal Bayraktar “Hukukun amacı insandır. İnsan en yüce varlıktır. İnsanlık için tek bir insan dahi feda edilemez” diyor. Doç. Bayraktar “Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu” isimli kitabında bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor:

“Tıbbi denemelerin insan üzerinde uygulanamayacağı, ilke olarak hukuk doktrininde belirtilmektedir. Deneysel ameliyelerin insan vücudu üzerindeki etkilerinin öngörülememesi, insanın bir kobay olarak kullanılmaması gerektiği belirtilerek bu ilke savunulmuştur. Gerçekten önemli olan, somut insanın, hastanın kişiliği ve mutluluğudur. Kişinin toplum için, insanlığın gelişmesi ve bilimin yararı için feda edilmesi hukuken kabul edilemez. Deneysel ameliyat başka insanların hayatını kurtarmak, yahut uzatmak amacıyla hastanın rızası alınarak gerçekleştirilse dahi, gene de hukuka uygun bir nitelik kazanamaz.” ( s.160.)

Ayrıca Doç. Bayraktar kitabında “Bizce” diyor, “İnsan hiçbir zaman deneme amacı olarak kullanılamaz. Bu konuda kişinin rızası bulunsa dahi bunun geçerliliği yoktur. Çünkü deneysel ameliyelerde, kişi, sonuçları bilinmeyen bir müdahaleye tabi kılınmaktadır; bunun sonucunda kişinin vücut bütünlüğü tamamen ortadan kalkabileceği gibi önemli derecede de zedelenebilecektir.”

Çizgi nerede çekilecek. Doç. Bayraktar’ın tıpta insan araştırmaları konusundaki görüşü tüm hukukçular arasında benimsenmiyor. Ayrıca, nörolog ve psikiyatrlar da bu konuda tek bir ses getirmiyorlar. Nokta’nın görüştüğü uzmanlardan bir kısmı böylesi araştırmalar yapılması gerektiğini, bilimin gelişmesi, tıbba, dolayısıyla insanlığa hizmet için deneyler yapılması gerektiğini savunuyorlar, “örneğin” diyorlar, "Pasteur kuduz aşısını keşfedip bir noktada insanlar üzerinde denememiş olsaydı tecrit odalarında kudurarak ölen insan sayısı bugünkünden çok daha fazla olacaktı." Doç. Dr. Gencay Gürsoy "Bugün" diyor, "psikiyatride birçok ilaç önce kimyasal madde olarak ortaya çıkarılıyor. Neden sonra ilaç olarak deneniyor, öyle ki, hastalık için ilaç değil, ilaç için hasta aranıyor. Tüm ilaç endüstrisinin araştırmaları da buna yöneliyor.”

Ne var ki, uzmanlar insan üzerindeki ilaç araştırmalarının ister yanında, ister karşısında olsunlar, genellikle şu görüşü paylaşıyorlar: İlaç araştırıcıları insanlığa hizmet, bilimin gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla yola çıkıyor olabilirler. Ancak, ilaç endüstrisinin gelişmiş olduğu, bireyin, toplumdan çok önem taşıdığı ülkeler neden bir yandan insan üzerinde ilaç denenmesini çok zorlaştıran yasalarla yurttaşlarını korurken, insanlık uğruna kendilerini feda edecek şehitleri Üçüncü Dünya ülkelerinden seçiyorlar? Neden Türkiye gibi bu tür çalışmaların kolayca yapıldığı ülkeler ilaç araştırmaları için insan malzemesi oluşturuyorlar? Ve niçin yasalarda kesin denetleyici değişiklikler yapma yoluna gitmiyorlar?

Sonuçta şöyle bir ikilem ortaya çıkıyor: Henüz çaresi bulunmamış hastalıkların tedavi edilebilmesi, bilimin ilerlemesi için bilimsel araştırma yapılması gerekli. Ancak bunun insanlık hakları ayaklar altına alınmadan yapılması vazgeçilmez bir koşul. Amacı insanların sağlıklı yaşaması olan tıp biliminin, öteki insanların mutluluğu için tek bir insanı bile feda etmeye hakkı var mı? Bilim ve ahlak arasındaki bu denge nasıl sağlanacak? Çizgi nereden çekilecek?

"İnsanlar üzerinde tecrübe yapılamaz"

Türk Tıbbi Deontoloji Nizamnamesinin İnsanlar Üzerinde Araştırmalara İlişkin Kuralları

Madde 2. Tabibin başta gelen vazifesi, insan sağlığına, hayatına ve şahsiyetine ihtimam ve gayret göstermektir.

Madde 11. Tecrübe maksadıyla insanlar üzerinde hiçbir cerrahi müdahale yapılamayacağı gibi, kimyevi, fiziki ve biyolojik şekilde tedavi tatbik edilemez.

Evvelce tecrübe edilmiş olmamakla beraber, zarar vermesine ihtimal bulunmayan ve hastayı kurtarması kati görülen bir müdahale yapılabilir.

Aya giden insanın döneceği belli miydi?

HZİ Vakfı 1 Ocak 1971 tarihinde Prof. Dr. Psikiyatr Turan İtil tarafından İstanbul'da, Gayrettepe'de kurulmuş bir sağlık merkezi. Ağırlıklı olarak nöropsikiyatri alanında çalışıyor. Bunun yanı sıra çeşitli alanlarda poliklinik çalışmaları var. Vakıf koordinatörü Mahir Bozak, sağlık çalışmalarına ek olarak vakıfta araştırma da yapıldığını, en önemli araştırmalarının ise 12 Eylül öncesi anarşik olaylarla ilgili tıbbi ve sosyolojik bir analiz olduğunu söylüyor. Araştırma konuları ve hipotezleri Prof. Dr. Turan İtil tarafından saptanıyor, projelerin koordinasyonunu da Mahir Bozak yapıyor.

Vakfa günde ortalama 10 ile 20 arasında hasta geliyor. Tedavi ücretleri ise 2 ile 5 bin lira arasında değişiyor. Vakfın gelirleri kısmen muayene ücretlerinden sağlanıyor. Ancak bu gelir yetersiz olduğu için Prof. İtil masrafları kendi karşılıyor.

Vakfın Amerika Birleşik Devletleri'nin New York eyaletinde bir kardeşi var. Adı HZİ Research Center. (HZİ Araştırma Merkezi). Burası bir bilgisayar merkezi. Yalnız araştırma bulgularını değerlendirmeye yönelik bir kuruluş. Bu amaçla HZİ Araştırma Merkezinde beş kısımdan oluşan, bilgisayarlı bir EEG var. İstanbul’daki HZİ Vakfında da son günlerde bu sistem devreye girmiş bulunuyor.

Nokta, İstanbul HZİ Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Muazzez Çığ ile çeşitli konularda görüştü. Görüşmenin ilaç araştırmaları ve vakıfla ilgili bölümünü yayınlıyoruz:

Nokta: HZİ Vakfı’nı ne amaçla kurduğunuzu bize anlatabilir misiniz?

Çığ: Kardeşim Turan İtil çok kadirşinastır. Kendine yapılan bir iyiliği asla unutmaz. Türk hükümeti olmasaydı tıbbiyeyi bitiremezdi. HZİ adı anne ve babamız Hamide ve Zekeriya İtir'in isimlerinin baş harflerinden oluşuyor. Vakfı kurarken hem ana babamızın adına bir iyilik etmek istedik, hem de memlekete bir katkımız olsun dedik.

Nokta: Vakfın memlekete ne gibi katkıları oluyor?

Çığ: Siz neden bu konuyu öğrenmek istiyorsunuz merakıma dokundu. Biz beyinle ilgili tam bir check up yapıyoruz. Bizde olan aletler Türkiye’de hiçbir üniversitede yok.

Nokta: 1979 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde bir tıp kongresinde deneme aşamasındaki ilaçlar konusunda bir bildiri sunulmuş. Bildiri tartışmalara yol açmış. Bundan haberiniz var mı?

Çığ: Kim sunmuş ve nasıl olmuş? Bizle ilgili mi sunulmuş? Ben duymadım böyle bir kavga...

Nokta: Deneme aşamasındaki ilaçların insanlar üzerinde kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Çığ: Tabii ki araştırma yapılması lazım. Araştırma olmadan bilim olur mu? Gayet tabii araştırma yapılacak. Üniversite denen yer nedir? Araştırma yapılan yer. Sonra bugün yalnızca üniversitede değil, fabrikalarda bile araştırma yapılıyor. İlaca gelince...

Nokta: İlaç önemli bir konu, insan hayatıyla oynanıyor diye belki...

Çığ: İnsan hayatıyla oynanmaz. Bu hayatı kurtarmaya çalışan bir gayret. Araştırma olmadan bir iş yapılabilir mi? Bir hasta geliyor diyelim, yepyeni bir ilaç bulunmuş, bunu hastaya tatbik etmezsen nereden bileceksin ilacın iyi olup olmadığını. Eczaneden aldığınız ilacın bile yan tesirleri var, yine de kullanıyorsunuz.

Nokta: Peki, sizce böyle araştırmaların deneylerde kullanılan insanlar açısından sakıncaları yok mu?

Çığ: Maddi karşılık ya da ideal uğruna fedakârlık yapan insanlar çok. Aya giderken, giden insanın geri dönüp dönmeyeceği belli miydi? Adam uçağı yapıyor, biniyor. Ölüp ölmeyeceği malûm mu?

Nokta: Peki sizce Türkiye’de ilaç araştırmaları konusu neden bu kadar tartışma konusu oluyor?

Çığ: Halkı kışkırtmak, insanları birbirine karşı kışkırtmak için polemik yapılıyor bu konuda Türkiye’de. Bizim bu konudaki bilgisizliğimizden. Bir de bizde kıskançlık var. Ben yapamıyorum, o da yapmasın. Bu yüzden de polemik yapıyorlar.

Nokta: Acaba ilaçlar daha çok Batı’nın endüstriyel ülkelerinde geliştirilip, gelişmekte olan ülkelerde denendiği için de tartışılıyor olabilir mi?

Çığ: Aslında neden tartışma yapılıyor biliyor musunuz? Amerika’yla ilişkisi olduğu için... Amerika sanki düşman, Rusya dost. Ben ne sağcıyım ne solcuyum, Türkiye’nin yolundayım. Amerika var diye böyle yapıyorlar.

Bakın, sizin özel bir maksadınız var. Siz bir şeyler duymuşsunuz, bunu ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Benim anladığım, siz bu vakıfta bir araştırma yapıldığını duymuşsunuz, bunun nasıl olduğunu, neler yapıldığım öğrenmek istiyorsunuz.

Nokta: Türkiye’de bu konuda yasal engeller var mı? Yoksa insanlar neden çekiniyor?

Çığ: Çekinmiyor.

Nokta: O zaman bu araştırmalar neden gizli yapılıyor?

Çığ: Şimdi, siz bize çekiniyor diyorsunuz, öyle mi? Peki siz niye bu kadar tutturdunuz bu işi, çok merak ediyorum bunu. Nereden duydunuz ve nasıl öğrendiniz?

Nokta: HZİ Vakfı’nın araştırmasını mı nasıl duyduk?

Çığ: Evet.

Nokta: Prof. İtil bize önce araştırma yapılıyor dedi, sonradan yapılmadığını söyledi.

Çığ: O zaman, siz bu konuyu Amerika’dan geldiği zaman Turan’la konuşun. Ben yanlış bir şey söyleyebilirim. Doktor değilim.

Nokta: Ama vakfın yönetim kurulu başkanısınız...

Çığ: Biz araştırma yapmak isteyenlere yardımcı oluyoruz. Üniversiteye... Diğer isteyenlere. Analiz etmede, bulguların değerlendirilmesinde. Her şeyiyle yardımcı oluyoruz. Siz neden bu konuyla bu kadar çok uğraşıyorsunuz, onu izah edin bana....

* * *

Meslektaş gözüyle Prof. İtil

1979 Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi Oturum Başkanı Doçent Dr. Ataman Tangör Prof. İtil'in araştırmalarını Nokta için eleştirdi.

Prof. İtil yirmi yılı aşkın bir süredir ABD’de çalışmakta ve halen New York Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. Ancak buna karşın ülkesini yani Türkiye’yi pek seven, bir türlü buralardan ayrıla-mayan, araştırmalarının insan materyali bölümünü Türkiye’de sürdüren uluslararası ünlü bir bilim adamıdır. Kendisi psikokim-ya, yani beyni etkileyen ilaçlar konusunda uzmandır. Yeni ilaçların beyin hücrelerine olan etkisini araştırır. Hayvan materyali ile çalışmak kolay ancak güvenilir olmadığından ve de ABD’de yasalar onaylanmamış bir ilacın ABD yurttaşlarına uygulanmasını çok zorlaştırdığından, bu tür insanlı denemeler insan materyalinin bol ! ve insana verilen değerin az olduğu ülkelerde yürütülür. Sonuçlar ABD’de değerlendirilir. Yakın geçmişte ABD’de bazı gençlik akımları bu tür çalışmaları protesto amacıyla değerleri milyonlarca dolara varan laboratuvarları yakıp yıkmışlardı da, Prof. Fran-keştayn’lardan birçoğu araştırmalarını daha “özgür” ülkelerde yürütmek zorunda kalmışlardı. îşte Prof. İtil de o tarihlerden bu yana anavatanını pek sever olmuştur. Prof. İtil çevre kirliliğini önlemek, insan haklarına aykırı ilaç araştırmalarını engellemek gibi i düşünce ve uygulamaları da “bir memlekette iktisadiyatı bozmak” için yapılan “komünist” etkinlikler arasında saydığından dikensiz gül bahçesi olarak kendine Türkiye’yi seçmiş görülmektedir. Psi-kotrop, yani ruhsal yapıyı etkileyen ilaçlar iki ucu keskin kılıç örneği, yöneldiği yana göre etki gösterirler; dikkatli kullanıldıkların- i da akıl hastalıkları ve kaygı du- . rumlarında insanı yaşama döndürürlerken, sağlıklı ve bazı yatkın kimselere uyuşturucu, zihni ve bilinci bulandırıcı etkiler yaparlar.

* * *

NOKTA'nın görüşü

İnsan bir amaçtır

Önce neye karşı olmadığımızın bilinmesinde yarar var: Ülkemizde tıbbi araştırma yapılmasına karşı değiliz. Araştırma, tıbbın gelişmesi için gerekli hatta zorunludur.

Sonra, neye karşı olduğumuzu söyleyelim: Tıbbi araştırma adı altında insanların, kendi rızaları olmadan ve insana yaraşmayan biçimlerde araç olarak kullanılmasına karşıyız. Gelişmiş ve bu konuda titiz ülkelerde yapılamayan araştırmaların insanın daha “ucuz” olduğu Üçüncü Dünya ülkelerinde yapılmasına karşıyız. Her yerde, insan bir araç değil bir amaçtır. Bir insanı aşağılamak, tek kişiyi kobaylaştırmak, tüm insanları aşağılamak anlamına gelir.

Tıbbi araştırmada kullanılması gereken ahlaki ve mesleki ölçütler sorunu HZİ Vakfı’nda yapılan araştırmalar nedeniyle ilk kez kamuoyuna yansıyor. Elbette, Türkiye’de bu türden araştırmalar yapan tek kuruluş bu Vakıf değil. HZİ Vakfı’nda yapılan Tüm araştırmaların “şaibeli” olduğunu da iddia etmiyoruz. Ancak, birtakım şeylerin gizli tutulmaya çalışılmasına, söylenenlerin birbirini tutmamasına dayanarak, dünyanın başka yerlerinde sık sık tartışılan bu sorunu Türk kamuoyunun önüne getirmeyi bir gazetecilik görevi biliyoruz.

İnsanı bir amaç olarak değil, bir araç olarak gören totaliter devletlerin insanlara reva gördükleri deneyleri tarihte okuyoruz. Tıbbın geliştiği, bu türden deneylerin sıkı ölçütlere bağlandığı demokratik ülkelerden bile tıbbi skandal haberleri duyuluyor zaman zaman. Bazı “bilim” adamları, çoğunluğun yararı için, ya da gelecek adına, bazı kobay-insanları harcamaya, aldatmaya yetkili görüyorlar kendilerini. Çok tehlikeli gerekçeler bunlar. Aynı gerekçelerle milyonlarca insan savaşlarda ve toplama kamplarında telef edilmedi mi?

Bu konuda doktorların uyması gereken ilk kuralı Batı’da tıbbın babası sayılan Hippocrates koymuş: Doğrudan doğruya hastayı iyileştirmeye yaramayan hiçbir şey yapmayacaksın. Bunu Konfüçyüs’ün ünlü altın kuralı ile genişletebiliriz: Hastaya, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şey yapmayacaksın. Yani hastanın yararını düşünecek ve rızasını alacaksın. HZİ Vakfı’nda ya da diğer yerlerde yapılan araştırmalar bu kurallara uyuyor mu? Sadece tıp adına değil, insanlık adına da sorulması gereken bir soru bu. Başka ülkelerde soruluyor. Türkiye’de de sorulmalı.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HZİ Dosyası #2 - HZİ'nin kobayları (Nokta dergisi 17 Mart 1985)